8 Ekim 2018 Pazartesi

  Bu kadar yazmaktan uzak duruşumu safi bir üşengeçlikle açıklayabilir miyim? Yazmak, bir nevi düşüncelerini düzene sokmak, havada uçuşan kelimeleri bir bir sahiplenmek. Bir kere yazdın mı artık inkar edemezsin. Tüm ağırlığıyla ve hafifliğiyle sana bakarlar.
 
  Twitter'da bir soru okudum. '' Eğer bir kitabın yazarı olmak isteseydin, bu hangi  kitap olurdu?'' İnsanın aklına gülerek Kur'an demek geliyor. Din meselelerini kendine iş edinmiş, bir şeylerin ispatında biri, sanki en muzip cevabı o bulmuş gibi hemen bu cevabı verebilirdi. Hayır o kişi ben değilim. Ayrıca dili ve anlatım şekli beni hep boğmuştur. Belki Spinoza'nın Etika'sını söylerdim bir hevesle. Ama bu durum Kur'an'dan farklı olmazdı belli açılardan. Tutunamayanlar'ı düşündüm. Sonuçta en sevdiğim romanlardan biri. Ama bana hep hüzün vermiştir. Bu hüznün kaynağı olmak istemezdim. Sefiller'i öyle çok severdim ki. Şimdi kitabı çok az hatırlıyorum. Peki ya Faust? Hayır, bunlar bütünüyle özümseyip keşke bunu ben yazmış olsaydım diyeceğim eserler değil. Kitaplarımı düşününce onlardan maddi olarak uzak olmak beni bir miktar rahatsız ediyor. Şuan kullanılmayan bir evde, meyve kasalarının içinde benim gelecek rotamı bekliyorlar.  Onlara su değmesinden, fare kemirmesinden, güve gelmesinden çok korkuyorum. Onlara madden bu kadar bağlı olmam ama bazı kitapların neler anlattığını kısmen hatırlamam kendimi sorgulamama itiyor. Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda isimli kitabından sonra erkek yazarların pencereleriyle ve yazım diliyle aramdaki uyuşmazlığı fark etmem; ister istemez kendimi özdeşleştireceğim eserin sahibiyle de aramda benzerlikler aramama neden oldu. Belki doğru kitabı yeterince okumadım. Yahut doğru kitapla karşılaşmadım henüz. Diğer bir çok şeyle karşılaşmadığım gibi.